Makale Dizini

sunum side 4 Bir Masal Anlattım, Dünyam Değişti!

ANADOLU ÜNİVERSİTESİ 
II. Dil, Yazın ve Deyişbilim Sempozyumu

7-9 Mayıs 2003
Eskişehir

Konu, ‘dil, yazın ve deyişbilim’ olunca, çocuklar için onlarca masal, öykü, roman, oyun yazmış bir yazarın, kitaplarında kullandığı dili nasıl oluşturduğunun ilgi konusu olabileceğini düşündüm. Bir çocuk kitabında, seçilen konunun çocuğa yakınlığı, pedagojik yaklaşımı, görsel sunumundaki estetik değerleri elbette çok önemlidir; ancak bu değerler, etkin ve akıcı bir dille desteklenmediğinde, kitabın okunurluğundan ve yararından söz edemeyiz.
Kitabı satın almamızı sağlayan belirleyenler farklı olabilir, ama sonuçta onu okutan da, okutmayan da aslında “dil”dir.
Ben güzel dilimi, öğretmenlerime borçluyum. Sempozyum girişinde imzaladığım “Babam Duymasın” adlı kitabı, onlarca kitabımın arasından özellikle yeğledim. Nedeni, “Teşekkür Ederim Öğretmenim”* adlı öykümün bu kitapta yer almasıydı. İlkokul üçüncü sınıftayken öğretmenimin yazı yazmaya olan tutkumu keşfederek, beni gizliden gizliye nasıl desteklediğinin öyküsüdür bu. Öykünün daha sonra nasıl olsa okunacağını düşündüğümden, yazı dilimin olgunlaşmasının ilk tohumlarının atıldığı ilkokul dönemini atlayıp, orta bire geliyorum...
Orta bir, her dersine ayrı bir öğretmenin girdiği, alışması zor, yeni bir ortamdı. İlk Türkçe dersinde, kısa boylu, kabarık siyah saçlı, havalı bir öğretmen girdi sınıfa, “Türkçe öğretmeniniz benim,” dedi. “Adım Çamay.”
Bize, o zamanki tanımıyla ‘otobiyografi’nin ne olduğu konusunda kısa bir bilgi verdi ve hemen ardından, kâğıt kalem çıkarıp otobiyografilerimizi yazmamızı istedi. İlk derste bizi tanıyamayacağını, ama yazdıklarımızı okuyarak daha sonraki derslerde her birimizi tek tek kolayca hatırlayabileceğini söyledi. Kalan ders sürecinde, özgeçmişlerimizi yazdık.
Bir sonraki derste Çamay Öğretmen sınıfa girdiğinde, “Yazdıklarınızı okudum,” dedi. “Aytül Uncu hanginiz?”  
Yüreğim yerinden fırlayacaktı nerdeyse. Yine yaramazlık yaparken mi yakalanmıştım yoksa? Azarlanacak mıydım sınıf önünde? 
Çamay Öğretmen, kâğıdımı uzattı bana. “Aferin, çok güzel yazmışsın,” dedi. Sonra sınıfa döndü, “Eğer arkadaşınız isterse, yazdığını bize okur; sizler de otobiyografinin nasıl yazılacağını öğrenirsiniz.”  
İstemez miydim? İçim içime sığmadı; sevinçle okudum.
Dersin sonunda Çamay Öğretmen beni çağırdı. Sevinçten hindi gibi kabararak yanına gittim. “Bu kez yazındaki noktalama hatalarına not kırmadım. Ama bil ki bundan böyle, arkadaşlarının yazılarındaki üç yanlışa bir not kırarken, senin bir yanlışına bir not kıracağım,” dedi. “Bunun nedenini ilerde anlayacaksın.”  
Kabarmış hindiyken ıslak serçeye döndüm... Şaşırmış; vurguna uğramıştım. Gözlerim yaşla doldu.
İyi yazmanın karşılığı bu mu olmalıydı? Hiç adil değildi! Benim için güzel yazmak kolay ve eğlenceliydi; ama bundan böyle, yanlışlarımı bir bir kontrol ederek bir daha tekrarlamamaya dikkat etmem gerekiyordu. Birçok yetişkinin bile doğru kullanmakta zorlandığı “de-da” takılarını, fiil ve zaman çekimlerini, cümle başıyla sonunun birbiriyle uyumunu, aynı cümle içinde özne takibini, daha orta birdeyken öğrenip özümsedim. Kompozisyon derslerinde en yüksek notu almak, tutkumdu; asla vazgeçemezdim...    
Ben, biyolojiden matematiğe, fizikten astronomiye, psikolojiden felsefeye, nerdeyse bütün derslerin İngilizce okutulduğu, hatta ders aralarında Türkçe konuşmanın yasak olduğu bir okulda: Amerikan Koleji’nde okudum. Erken yaşta yabancı dil öğrenmenin Türkçe’yi bozduğu iddiasına karşı ideal bir örneğim aslında. Türkçe öğretmenlerinin, anadilini etkinleştirmesi işlevine de mükemmel bir model... 
Çamay Öğretmen haklıymış. Onun ne yapmak istediğini yıllar sonra anladım... 
Böyle öğretmenler var mı hâlâ? Yoksa onlar eski çağlara ait birer masal mıydılar? Ülkemizde, okula giden öğrencilerin bir kısmının ebeveynlerinin okuma yazma bile bilmediğini düşünürsek, öte yandan okuma-yazmayı bilen ailelerin çoğunluğunda okuma kültürüne pek ilgi gösterilmediğini de bilirsek, ilköğretim sürecinde Türkçe öğretmenlerine düşen görevin ne denli önemli olduğunu; öğretmenliğin neden ders kitabındaki bilgileri tıkıştırmak ve disiplinel düzeni kurmakla sınırlı olmadığını daha iyi anlayabiliriz.  
Ben şanslıydım. Benim, “öğretmenlerim” vardı. Öykülerimde her fırsatta onları anmam bundandır... 
Lise’deyken, yaşamla ilgili püf noktaları ele alan bir kitap hazırlamaya başlamıştım. Kapı kapı dolaşıp ev hanımlarından mutfak işleri, alış-veriş, temizlik, insan ilişkileri konusundaki özgün çözümlerini sorup not ediyordum. Ayrıca yabancı kitaplardan çeviriler yapıyor, konuları kültürümüze uyarlıyor ve tüm notları sınıflandırıp bir kitap formuna dönüştürüyordum. 
1971’de mezun olup aynı yıl evlendim ve İstanbul’a yerleştim. Bir işe girdim ama aklım hep bir gazetede yazı yazmaktaydı. Derlediğim püf noktalarını, Resimli Roman adlı haftalık dergiye yakıştırdım hayalimde; orada “tefrika” halinde yayımlanabileceğini düşündüm. O zamanlar uzak bir tanıdığım olan Nur İçözü, Doğan Kardeş dergisinin yazı işleri müdürüydü. Ona gidip düşüncelerimi anlattım. İçözü, Resimli Roman’ın yazı işleri müdürü Oğuz Özdeş’ten benim için bir randevu aldı. Bir yandan bir işte çalışıyor olduğum için randevu saatini öğlen paydosuna denk getirmiştim. 
Randevu günü ve saatinde Resimli Roman dergisine gittim. Oğuz Özdeş yemekteydi. On dakika, 20 dakika, yarım saat... Hem cesaretimi yitirmek üzereydim, hem de paydos saatim bitmek üzereydi; biraz daha oyalanırsam, kimseyle görüşemeden işe dönmek zorunda kalacaktım.  
Baktım, karşıda başka bir servis... Sordum, Hayat mecmuası dediler. Yazı işleri müdürü, Çetin Emeç’miş. 
Cesaretimin sağa sola dağılmış son kırıntılarını biraraya toplayarak koşar adım Hayat servisine girdim; kimsenin beni durdurmasına fırsat vermeden –ki en çok korktuğum kişi kendim oluyordum- aynı hızla doğruca Emeç’in odasına daldım.