Benim hiç bisikletim olmadı. Binmeyi de öğrenemedim o yüzden.
Ama “öğrenememek” kesinlikle benim suçum değildi.

50-60 yıl öncesinin yasemin kokulu İzmir’ine dönüp Karşıyaka 1710 Rayegan sokaktaki 52 numaralı apartmandan gelen şu seslere kulak verirseniz, nedenini anlayabilirsiniz:
“Ben de bisiklet istiyorum.”
“Hayır.”
“Ama bütün arkadaşlarımın var.”
“Sana hayır diyorsam hayırdır, boşuna ısrar etme.”
Sınıf geçmek, uslu durmak, ev işlerine yardım falan… Akla gelebilecek hiçbir karşılığı yoktu bisiklete sahip olmanın. Gerekçesini bilmesem de, sonuç hep “Hayır!” idi. Uzaktan akrabamız olan Safi teyzeler, istasyonun orada otururlardı. Ara sıra ailece ziyaretlerine giderdik. Orada bizimkilere sezdirmeden Cengiz abinin çizgi romanlarını okurdum. Eğer “Haydi gidiyoruz,” denip kalkılmışsa, yarıda kalan çizgi romanları gizlice yanıma almama izin verirdi Cengiz abi. Belimin lastiğine sıkıştırır, bluzumu da üzerine örttüm mü, kimse anlamazdı kitapları yanımda götürdüğümü. Evet, bizim evde çizgi roman okumak da yasaktı…
Güzel bir bahar günü yine Safi Teyzeler’deydik. Sokakta oynamak için izin aldım.
“Kapının önünden ayrılma!”
Yoldan çok az araba geçerdi.
Sokak ortasında rahatça seksek ya da top oynanabilirdi. Ayça ile ip atlarken bir de baktım, Cengiz abi bisikletiyle sokakta dolaşıyor.
“Beni de bindirir misin?”


Olmaz öyle şey. Gel bin, öğreteyim sana

“Al kendin bin istersen,” dedi cömertçe. Fren yapıp indi, bisikletini bana doğru itti. Ürkerek birkaç adım geri çekildim.
“Ben binmeyi bilmiyorum,” dedim. Afalladı. Sanki “Okuma yazma bilmiyorum,” demişim gibi, öylesine şaşkın şaşkın baktı yüzüme.
“Hiç mi bilmiyorsun?”
“Hiç!”
“Olmaz öyle şey. Gel bin, öğreteyim sana.”.
Korkuyordum ama Cengiz abiye güvenirdim. Çizgi roman okuduğumu söylememişti bizimkilere. Bisiklete bindiğimi de yetiştirmezdi.
“Ya düşersem?”
“Düşmezsin, ben tutuyorum seni.”
Bir eliyle bisikletin gidonunu tuttu, öteki eliyle selenin ucunu.
“Pedalları çevir,” dedi. Ben pedalları itekleyince, müzik çalar gibi cırrrr diye ses verdi tekerleğin zincirleri. Cengiz abi,
“Gidonu sağa döndür, sola döndür” diye uyarılarla hemen yanımda, koşar adım ilerliyordu.
“Gidon hangisi?” Öylesine acemiydim ki, daha önce bir bisiklete dokunmuşluğum bile yoktu. On beş yirmi metre ya ilerledim ya ilerlemedim, annem koşarak çıktı sokak kapısından..

"Hayat bisiklete binmek gibidir. Dengede kalmak için, hareket etmeye devam etmen gerekir."

Albert Einstein

“İn çabuk o bisikletten!”
diye haykırdı. Pencereden mi görmüştü, yoksa misafirlikten kalkma zamanı gelmiş de, o yüzden mi dışarıya çıkmıştı, bilmiyorum, ama yakalanmıştım. Dönüş yolunda, annemden de babamdan da ayrı ayrı okkalı bir azar işittim.
“Cengiz senin yaşıtın değil, bir daha onunla konuştuğunu görmeyeyim!” diye söylendiler.
“Bisiklete bindiğini de…”
Bisiklete olduğu kadar Cengiz abiye de tepkiliydiler, o zamanlar nedenini anlamasam da. Oysa aslında dile getiremedikleri bir tehlikeden daha da çok korkuyorlardı. Saçlarım rüzgârla sarmaş dolaş, özgürce, onların bilmediği yerlere pedal çevirmemeydi korkuları. Ruhumun, hayallerimin özgürlüğünden... Benden korkuyorlardı. Ben büyüdüm, bisiklete binemeyen çocuk hep çocuk kaldı; herkesi korkutmaya devam etti.

Bilgi için: İlk 2 tekerlekli araç, Barontazi Sauerbrun tarafından 1818'de Pariste yapılmıştır. Bu aracın pedal ve vitesi yoktu. Sürücü bindikten sonra ayakları ile iterek aracı sürüyordu..