Çocuk edebiyatına adanmış bir ömür, onunkisi. Üstelik sadece kitap yazmakla da kalmayıp çocuk edebiyatını diri tutacak bir yayınevi de kurmuş. Yani Uçanbalık Yayınları da onun eserlerinden biri. Yazar Aytül Akal ile söyleştim bu defa. Sohbetimize hayalleri ve çocuksu neşesi de eşlik etti.
Söyleşi: Nilüfer TÜRKOĞLU
Kaynak: Ajandakolik.com
Ocak 26.2021
“Süper Gazeteciler” serisi, “Uyku Canavarı”, “Koku Delisi”, “Ses Delisi”, “Geceyi unutan Fil”… Kitaplarının isimleri yazmakla bitmez, öyle çok ki… Karşımda üretkenliğiyle baş döndüren bir yazar var bu defa. Son olarak “Merhaba Ben Kitap” isimli derleme bir kitabın kurulunda yer alan Akal, yazarlara en çok sorulan sorunun çocuklara kitap alışkanlığını nasıl kazandırabiliriz olduğunu söylüyor. Pek çok yazar ve çizerin ortaya koyduğu “Merhaba Kitap” da işte bu soruya verilecek somut cevaplardan biri.
“YAZMAK ÖZGÜRLÜĞÜMDÜ”
15 yaşında günlüğüne “Ben büyüdüğümde ünlü bir şair ya da yazar olacağım, ülkeme yararlı olacağım” diye not düşüp yıllar sonra sayamadığım kadar çok çocuk ve gençlik kitabının yazarı olmuşsunuz. İnsanın hayallerini gerçekleştirmesi ve kendine verdiği sözü tutması gerçekten müthiş bir şey. Bu istikrar nereden geliyor? Yazıyla aranızdaki bağı bize anlatır mısınız?
Evet tuhaf bir şekilde, ileride neler olacağını biliyor gibiydim. Okulda, bana inanmayan arkadaşlarıma kızdığımda, “Görürsün bak, önümde kuyrukta bekleyeceksin ama, sıran geldiğinde senin kitabını imzalamayacağım,” dediğimi bilirim. O satırları yazdığım geceyi de çok iyi hatırlıyorum. 67’yi 68’e bağlayan yılbaşı gecesiydi. Üzgündüm, birçok açıdan kendimi yenilmiş, kırılmış hissediyordum. İçimde hayata karşı nasıl bir isyan varsa, öyle büyük bir söz vermişim işte kendime…
Yazmak özgürlüğümdü. O zamanlar, içime sığdıramadığım coşkun duygularımı ancak sözcüklere dönüştürürken kendim olabiliyordum. 1967’den bu yana çok yıl geçti. Kendime verdiğim sözü gerçekleştirdiğim için mutluyum. Ama, bunu başarabilmek kolay olmadı elbette. Hayatımı kazanmak için birkaç işte birden çalışmak zorundaydım, öte yanda hayallerimi yitirmemek için de onlara sıkı sıkı sarılmam, direnmem ve umudumu yitirmemem gerekti. Gün geldi, aynı anda dört işe koştum. İki gün gazetecilik, üç gün sekreterlik, öğle saatlerinde işten çıkıp yürüyerek gittiğim bir ofiste iş mektuplarının, geceleri de bir yayınevi için eve götürdüğüm çizgi romanların çevirisi…
Lisedeyken mahallede kapı kapı dolaşıp pratik bilgiler toplamış ve bir kitap dosyası hazırlamıştım. Kitap olacağını umuyordum, ancak o çalışmalarım 1974’te Hayat Mecmuası’nda “Aklınızda Bulunsun” başlığıyla köşe yazılarına dönüşmüştü. Gazetecilikle, çevirmenlikle yazma tutkumu oyalasam da, sürekli arayış içindeydim, ama ne yazacağım sorusunun yanıtını bulamıyordum. Ta ki 1989 yılında bir gün küçük oğlum Alper iki buçuk yaşındayken benden kertenkele masalı isteyene kadar. O gün bir masal anlattım, hayatım değişti.
Karşımda benim gibi bir gavur İzmirli var! İzmir’in yazın hayatınıza nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz? Özgür bir çocukluk, gençlik yılları… O deli çağı sizden dinleyelim…
Ah Izmir… Bahçelerden sokaklarına taşan yasemin kokusu hiç silinmedi belleğimden…Geceleri konu komşu toplanıp ellerde, kucaklarda yastıklar, kilimler, gazozlar, çiğdemler… Sahile inerdik. Kilimler serilir, herkes bir ucuna oturur, bir yandan çiğdem çitlerken sohbete dalardı. Ben kilimin ortalık yerine uzanmış, büyüklerin konuşmaları mırıl mırıl kulağımda dolanırken, yarı uyur yarı uyanık gökyüzünü izlerdim. Yıldızlar, ay, samanyolu beni büyülerdi. Belki yıldız sandığım, bir uçan dairenin ışıklarıydı. Orada bir uzaylı bana el sallar, başka gezegenlere gitmek isteyip istemediğimi sorardı. Elbette giderdim.
İzmir’in yıldızlarla dolu parlak geceleri beni derinden etkilemiştir. Yıldızlar, ay, uçan daireler ve gece, birçok masalımda yer alır, hatta şiirlerime, romanlarıma bile sızmıştır.
Kendi blogunuzda şöyle bir ifadeniz var: “Bence bir yazarın görevi, okura kendisini tanıma ve anlama yolunda çok yönlü katkıyla hız kazandırmasıdır.” Bunu biraz açalım mı?
İnsanın kendini tanıma, anlama ve yeteneklerini fark etme süreci bazen çok gecikebiliyor. Kim olduğunu, bu hayata neler katabileceğini keşfedemeden ömür geçip gidiyor. Bence insanlık tarihi boyunca yapılabilecek en büyük keşiftir insanın kendini tanıması. Bu keşif bizi yapabileceklerimize borçlu bırakmaz, üstelik başkalarını da anlamaya, tanımaya ve çözüm odaklı iletişim kurma becerisi kazanmaya götürür.
Bir yazar olarak okurlarıma karşı görevimin, bu keşif sürecini hızlandırmak olduğunu düşünüyorum. Herkesin yazma nedeni farklı olabilir. Benim amacım da, bu. Okurlarıma hayatta ne yapmak istediklerini ve neler yapabileceklerini erken yaşta keşfetmeleri için ışık tutmak, algılarını, empati becerisini geliştirmeleri yönünde katkı vermek. Nasıl mı? Sırrı, kitaplarımda…
“UÇANBALIK, TUDEM YAYIN GRUBU’NUN BİR MARKASI”
Bir de yayınevi kurdunuz: Uçanbalık, benim de takip etmekten zevk duyduğum bir yayınevi. Hikayesini sizden dinleyelim…
Masalları tekrar tekrar anlatırken unutup şaşırmayayım diye daktiloda temize çekmiş, alfabetik sıraya dizmiştim. Böylece oğullarım Alper ve Evren, hangi masalı istiyorsa pat diye çekip çıkarıyor ve okuyordum. Kucağımdaki onlarca masalın birer çocuk kitabı olduğunu, uzun süre sonra farkına vardım. O güne kadar çocuk kitabı yazacağım aklımın ucundan geçmemişti, ama… Neden olmasın?
İşte böyle daldım çocuk edebiyatına. İlk masal kitabı “Geceyi Sevmeyen Çocuk, 1991’de Mavibulut’ta yayımlandı. Çok masalım vardı, daha yazacaklarım da bitmemişti üstelik. Onca hıza hangi yayınevi yetişebilirdi ki? En iyisi kendi yayınevimizi kurmak dedik ve 1995’te üç yazar birlikte Uçanbalık’ı kurduk. Nitelikli kitaplarımızla zaman içinde markalaştık, ama ne yazık ki ticari olarak yayıncılığı yürütemedik. Yazıyor, yayımlıyor ama tahsilat yapmayı beceremediğimiz için sürekli zarar ediyorduk. Bütün bu süreç boyunca Uçanbalık’tan hiç telif almadığımız gibi, yayınevini ayakta tutabilmek için Ayla Çınaroğlu ile ayrıca durmadan maddi destek veriyorduk. 15 yılın sonunda, gerçeği kabullenmek zorunda kaldık. Biz yazardık, yayıncı değil. Böylece Uçanbalık, Tudem Yayın Grubu’nun bir markasına dönüştü.
Yazıya küstüğünüz zamanlarınız olduğundan bahsetmişsiniz yine blogda. Peki barışmanız nasıl oluyordu? O süreyi kolay atlatabiliyor muydunuz?
Büyük düş kırıklıkları ve kırgınlıklar yaşadım, hayata isyan ettiğim zamanlar oldu. Zaman zaman herkesin hayatında olan şeyler, doğaldır aslında. Ama insan kendi başına geldiğinde, kabullenemiyor. O sıralar beni yılgınlığa sürükleyen birkaç neden aynı anda bir araya gelmişti; öykülerimi yırtım attım, şiirlerimi parça parça ettim. Hıncımı kendi hayallerimden, kendi hedeflerimden aldım sanırım. Şimdi olsa her yazılan sanal ortamda bulunabilir ama o zamanlar her şeyi daktiloda yazıyorduk; bir kez yırtıp attın mı, kopyası yok…
Bir daha yazmamaya yemin etmiştim, yazmadım da. Kendimden uzaklaşıp benden beklenen hayatı yaşamaya başladım. Ya da ben öyle sandım, bir gün kucağımdaki onlarca masalı fark edene kadar. Yıllarca ne yazacağımı arayıp durmuştum, meğer çocuk kitabı yazacakmışım! Hiçbir şey yazmadığım o kırgınlık sürecinde öyle çok şey birikmiş ki içimde, 1991’den sonra yazdım, yazdım, hâlâ da yazıyorum.
1981’de artık yayında olmayan ilk kitabınız “Kent Duygusu”, 15 yaşında günlüğüne şair olacağını da yazan Aytül için çok önemli olsa gerek… Şiirle hâlâ buluşuyor musunuz bir yerlerde?
Şiir benim ilk göz ağrım. İlk kez ilkokuldayken bir şiirim yayımlanmıştı gazetede. Elimde kopyası olmasa da “Mevsimler” adlı bir şiir olduğunu hatırlıyorum.
Bazen içimdeki dizeler uykuya yatar, bazen bir bakarsınız ardı ardına birçok şiir dökülür sayfalara. Aslında kitap yazışım da öyledir. Her gün şu kadar sayfa yazayım diye bir istikrarım ya da sınırlamam yoktur. Aklıma minik bir kıvılcım düştüğü anda yazmaya başlarım ve her şey tam yazarken şekillenir.
Sonra 10 yıl sonra çocuk kitapları geldi… Galiba bir masal serisiydi bu, öyle değil mi?
Evet, Geceyi Sevmeyen Çocuk (1991), Canı Sıkılan Çocuk (1993), Kardeş İsteyen Çocuk (1994), Sabahı Boyayan Çocuk (1995) ve Masalları Arayan Çocuk (1997). Daha sonraki yıllarda, bu sert kapaklı serinin formatı değişti, tek tek masal kitaplarına dönüştüler. Bütün masallarımın toplandığı bir de külliyat var: Masal Masal (2012).
20-30 yıl önce ilk baskılarını yapan o sert kapaklı Geceyi Sevmeyen Çocuk serisi artık sahaflarda bile bulunmuyor.
ÇOCUKLARA KİTAP OKUMAYI SEVDİRECEK BİR PROJE KİTAP: MERHABA BEN KİTAP
En son TUDEM’den “Merhaba Ben Kitap – Okumak üzerine anılar, anlatılar, öneriler” isminde derleme bir çıktı. Bu kitabın üzerinde özellikle durmak istiyorum çünkü çok değerli yazarların bir araya geldiği ve bence her çocuğun ve ebeveynin okuması gerektiğini düşündüğüm bir “derya kitap”… Hidayet Karakuş’tan Ayla Kutlu’ya, Mavisel Yener’den Canan Tan’a pek çok yazarın yazdığı hikâyelerle dopdolu. Siz de kitabın hem derleme kurulundasınız hem de son okumasını yaptınız. 65 yazar ve 30 çizerin bir araya geldiği bu kitap nasıl oluştu?
Çocuk kitapları yazar ve çizerlerinin bir derneği var: Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği (ÇGYD). Yönetime katıldığımız iki yıldır, Fatih Erdoğan, Doğan Gündüz, Füsun Çetinel ve Esra Alkan arkadaşlarımla birlikte, derneği, alan için daha verimli hale nasıl getiririz diye çalışıyoruz. Merhaba Ben Kitap da, bu projelerimizden biri.
Yazarlara en çok gelen sorulardan biri, çocuklara kitap okuma alışkanlığı nasıl kazandırabiliriz yönünde… Peki ama “biz” nasıl sevdik acaba? Ne oldu da hayatımızın vazgeçilmezlerinden oldu kitaplar? Yazar-çizer arkadaşlarımıza bu konuda anılarını yazmaları için duyurular yaptık. Öğrencilerine ya da çocuklarına okumayı sevdirenler de kendi yöntemlerini anlattılar. Birçok başka projelerle de uğraştığımızdan, derlemenin hazırlık süresi bir yılı aştı. Sonunda tasarım da bitince, öncelikle dernek bünyemizde üyemiz olan yayıncılara önerdik. Usta yazarların anlatımı ve yetenekli çizerlerin görselleriyle donanmış, okuruna çok yönlü fikirler ve öneriler sunan bu kitabı yayımlamaya Tudem Yayınları hemen talip oldu. Katılım yapan yazar çizerlere de, yayımlayana da teşekkürlerimizle…
Astrid Lindgren’in onuruna düzenlenen ALMA Ödülü’ne 2010, 2020 ve hatta 2021’de üç defa aday oldunuz. (Bundan biraz bahsedebiliriz, nasıl oldu vs…) Buna bağlı olarak da adaylıkların, ödüllerin, yazma konusunda teşvik edici olduğunu düşünüyor musunuz? Sanatçıya prestij dışında bir katkısı var mı sizce?
Yazarlığa adım atmak için çıkış yolu arayan yazar adayları için yarışmalar elbette teşvik edici oluyor. Beğenilmek, ödüle değer bulunmak son derece motive edici yöntemler. Ancak ALMA Ödülü’nün bence böyle bir misyonu yok. Çünkü gösterilen adaylar, zaten yapmış oldukları işler, yazmış ya da çizmiş oldukları kitaplarla değerlendiriliyorlar. Yani içlerinde zaten o motivasyon varmış ki onca kitabı yazmışlar, çizmişler.
Deneyimli, alanında usta bir yazarın bir ödül almasının ya da ödüle aday olmasının ona katacağı duygu, bence yazmak için istek duymasına teşvikle ilgili olmaktan çok, o güne kadar hayatını adadığı eserlerinin beğenilmesinin ve ödüle değer bulunacak bir sanatçı olduğunun onaylanmış olmasının vereceği hazdır.
Yazarlara sormayı en çok sevdiğim sorulardan biri; yazı masasının olup olmadığı ve varsa eğer üzerinde neler olduğu…
Önümde bir bilgisayar olsun, her yer benim masam! Gerçekten her yerde, her ortamda yazabilirim, yazıyorum da. İş yerimde (yayıncılıkla ilgisi olmayan ticari bir firma) masamdaki geniş ekranda, evde diz üstü bilgisayarımda. Tatillerde de bilgisayarım her zaman yanımdadır. Eskiden daktiloda yazıyordum tabii. O zamanlar da hem işte hem evde daktilom vardI.
Aklımdakileri yazıya dökme ortamı bulamadığım zamanlar huzursuz olur; karakterler zihnimde hareketlenmeye başlayınca onları kafamdan uzaklaştırmaya çalışırım. Her şey ben yazarken şekillenir çünkü. Eğer önceden plan yaparsam, kitabın akışı, o plan içinde sıkışıp kalır diye korkarım.
Ajandakolik’in klasik bir sorusu var. Ajandanız ya da not defteriniz var mı?
İşte ve evde ayrı ayrı tuttuğum bilgisayar çıkışlı kendi hazırladığım bir takvimim vardır, imza ve söyleşi etkinliklerimi oraya kaydederim. Birine bir şey verilecek ya da bir şey yapılacak gibi hatırlatmalarım için, kendime e-posta yollarım. İşte de, evde de e-posta kutumu açtığımda iletim önüme düşer. Ayrıca bir defterim yoktur.
Yazmakta olduğum ya da yazacağım bir kitapla ilgili not almaktan kaçınırım, eğer aklımda kalmamışsa, demek ki çok da heyecan verici bir fikir değildi diye düşünürüm. Parmaklarım klavyede dolaşmaya başladığında, zihnimin farklı çalıştığını, karakterlerin de ilk düşündüğümden çok farklı bir yöne hareket ettiğini fark ederim çoğu kez. Beni yönlendiren notlar olmayınca, karakterleri o plana zorlamam, sayfalar boyunca özgürce akarız.
Ben sizin hiç boş durduğunuzu düşünemiyorum. Yolda yeni bir kitap var mı? Şimdilerde ne ile uğraşıyorsunuz?
Süper Gazeteciler’in beşinci kitabını iki ay önce tamamlayıp yayınevine teslim ettim. Şimdilerde çevrimiçi okul etkinlik programları, öğretmenlerle buluşmalar, canlı yayınlar gibi dolu bir gündemim var. Aklıma bir fikir düştüğü anda, hemen yazmaya başlayacağım tabii. Yazmadan duramam ben.
Pandemi sürecinin edebiyata, okumaya bir katkısı olduğunu düşünenlerden misiniz? Bu dönemde sizin elinizden düşmeyen kitaplar hangileri oldu?
Bence pandemi var ya da yok, isteyen her zaman okur, istemeyen yeni bahaneler bulur. Zaman yaratılabilir, nasıl ki istediğimiz birçok şey için zaman buluyorsak… Konu, içten gelen istekle ilgili.
Evde kaldığımız ilk birkaç ay Instagram üzerinden her gün bir şiir okudum, ayrıca her gün belli bir saatte canlı yayın yapıp masallar, öyküler okudum, sohbetler yaptım. İşe başlayınca canlı yayınlarımı hafta sonuna kaydırdım. Sıkılmamak için bu şekilde oyalandım ve canı sıkılanları oyaladım.
Kitap okumam pandemi süreci ile ilgili değildir. Bazen arka arkaya okurum, bazen uzun süre hiçbir şey okumam. Ama her zaman yanımda, odamda, başucumda okunmak üzere bekleyen bir kitap olur, okununca başka kitapla yer değiştirir.
“ÖNCE OKURLAR SONRA ZAMAN, ESER DİYE HER ORTAYA KONANI KENDİ ELEĞİNDEN GEÇİRECEK”
Çocuk edebiyatında her gün yeni yazarlarla karşılaşıyoruz. Çok fazla kitap yazılıyor. Aralarında nitelikli olanların varlığı yadsınamaz. Bu, birden “çoğalmanın” nedeni sizce ne? Böyle bir boşluk mu vardı?
Boşluk değil de… Son zamanlarda yeni bir meslek dalı, yeni bir kazanç kapısı doğdu: Çocuk kitabı yazma atölyesi, çocuk kitabı nasıl yazılır atölyesi gibi sayısız başlıklar altında bir sürü çevrimiçi atölye… Yetmedi, çocuk kitabı yazdırma eğitmeni yetiştirme atölyeleri bile çıktı ortaya. Deneyimli ve eğitimli uzmanların yönetiminde, ortaya çok başarılı yazarların çıkmasına vesile olan nitelikli atölyeler kesinlikle var; hepsinin üzerini çizdiğim sanılmasın. Ama işin uzmanı olmadan, adam başı ücretle oturduğu yerden kitap yazmayı öğretme fırsatının birçok kişiye cazip geldiği de çok açık.
Bu atölyelerde yazılan nitelikli dosyalar seçilip nitelikli yayınevlerinde yayımlanıyor. Ya diğerleri? İhtiyaç doğunca, onların heveslerini karşılayacak “ver parayı al kitabını” anlayışında yayınevleri kurulmakta gecikmedi. Kendin bas kendin sat modeli bile var. Böylece kitabını eline alan uzman olup hemen ardından kitap nasıl yazılır diye kendini atölye açmaya yetkili bulabiliyor.
Çoğalma, sadece resimli kitaplarda. Peki neden resimli kitap? En zoru olduğu fark edilmeyip tek fikir, basit cümleler ve az yazıyla kolayca yazılabildiği, birkaç günlük atölyelerde hızla toparlanıp ortaya konabileceği sanıldığından…
Kuşkusuz önce okurlar sonra zaman, eser diye her ortaya konanı kendi eleğinden geçirecek.
Ben de aralıklarla çocuk kitapları üzerine gazetelere inceleme yazıları yazıyorum. Yabancı yazarların, özellikle küçük yaş grubuna yazdığı kitaplarda daha özgür ve belli kalıplar içinde kendilerini kısıtlamadığını görüyorum. Örneğin ölüm gibi bir gerçeği anlatmak konusunda daha cesurlar. Bu fikrime katılır mısınız?
Her konuda özgürler. Çiş, kaka, sersem diyebilirler, cinsiyet üzerine konu geliştirebilirler, ırkçılık, ayrımcılık, inançlar gibi biz görmezden gelmeye çalışsak da yaşamda zaten var olan, üstelik iç içe yaşadığımız kavramlardan aklınıza hangisi gelirse hepsini konu alabilirler. Düşünce ve ifade özgürlüğü güzel şey… Ama biz yaşamın dar bir bölümüyle ilgilenebiliriz ancak; bütününden korkarız, korkuturuz.
“HİÇBİR BAŞARI BİR GÜNLÜK ÇABAYLA ELDE EDİLMİYOR”
Yetişkin edebiyatında ise şiir kitabınızla birlikte üç kitabınız var. Yeniden o sulara geri dönmeyi düşünüyor musunuz? Anılar, günlükler, İzmir’den kalanlar belki yazılarınızda bir araya gelir. Ne dersiniz?
Yok yok, yetişkinlere yazmayı sevmiyorum. Çocuk yanım neşeli, renkli, çılgın, mutlu. Yetişkin yanım beni hüzünlere, isyana, depresif konulara çekiyor. Ayrıca benim dilim de çocuk dünyasına yakın; doğrusu yetişkinlere seslenmeyi pek beceremiyorum.
Okul anılarımı özellikle yazdım. İyi bir yazar olmak için nasıl bir süreçten geçtiğimi anlatmak istedim. Engellere rağmen hayalini yitirmeden büyümenin, tutkuların peşinde gitmenin yolunu göstermek istedim. Hiçbir başarı bir günlük çalışmayla elde edilmiyor. Anı kitabımda ilkokul, ortaokul ve lise anılarıma yer verdim. Başka yazar mıyım? Sanmıyorum. Web sitemde ve sosyal medya hesaplarımda anılarımla, yaşadıklarımla ilgili aktarımlar yapıyorum zaten. Oralardan takip edilebilir.
Güzel, sağlıklı mutlu bir yıl dilerim. Ajandakolik’te konuğum olduğunuz için teşekkür ederim.
Derinlikli sorularınız için ben teşekkür ederim size. Web sitemi, bloğumu bile incelemişsiniz. İzniniz olursa, Ajandakolik okurlarına, Instagram profilimi takip etmelerini önerebilir miyim? Instagram’da hangi kitabı ne zaman niye yazdığım bilgilerini de paylaşıyorum (#kitaplarımındoğuşhikayesiaytülakal). Ayrıca yazarlık kimliğimle ilgili bilgi almak isteyenler <aytulakal.com>, kitaplarımla ilgili ayrıntılı bilgiye ulaşmak isteyenler de <aykita.com> web sitelerine girebilir. Bunlar benim kendi paylaşımlarımın yer aldığı özel sayfalarım. Diğer kanalların verdiği bilgiler tazelenmediği için, çok eski ve eksik olabiliyor.