Aytül Akal, yayınevinin “Tek Başıma Okuyorum!” dizisine; okuma ve yazma yolculuklarımızın özgür, özgün ve biricikliği üzerine kaleme aldığı Mükemmel Öykü’sünden yükselen “Sınırlarınız sizin olsun!” çığlığıyla katılıyor. Burcu Koçer Oruç’un fırçasından öykü boyunca dökülenleri de seveceksiniz.
Y. BEKİR YURDAKUL ( Cumhuriyet Kitap)
Parmaklarından biri, sanırım işaretparmağı, kitaplarımızdan birinin arka kapağına mola vermiş gibiydi. Parmağının, dinlenmeye durmuş inceliğine karşın; “Kitapta bundan çok var mı?” sorusundaki yargıç edasıysa ayan beyandı. Anlamamıştım ilkin, neydi merakı ya da neyi bilmek istiyordu? Bunu belli ettim. Sorusuna açıklık getirdi o narin parmağını da dikleştirerek: “Bundan diyorum, çok var mı kitapta?” Parmağın ucundaki “ulan” sözcüğünü fark edince anladım meramını. “Evet” dedim, “Var ama sandığınız denli çok değil”. Sonrası kısacık bir konuşmaydı sanki sohbet havasında. “Bakınız, bildiğiniz gibi, argo ve küfür dilimizin de büyük zenginliğidir. Küfür diye nitelediğimiz sözcüklerin öyle uluorta, her daim dökülmesini istemeyiz (yetişkinlerin düğün bayram gündelik konuşmalarına karşın) çocuklarımızın dilinden / dilimizden ama varlığı da ortadadır. Argoya gelince; kuru, tatsız tuzsuz, terbiyeye batmış, usturuplu bir anlatımsa beklediğiniz, arzu ettiğiniz; sorun yok ne ki o durumda anlatımda lezzetten vazgeçtiğinizi de kabul etmelisiniz. Dahası öyle zaman olur ki pek masum bir sözcüğümüz bile kullanım yeri ve zamanına bağlı olarak pekâlâ argo bir rol üstlenebilir.” Bu konuşmanın ardından öğretmen olduğunu öğrendiğim konuğumuz, işaret ettiği kitabın yanı sıra iki kitabımızı daha alıp ayrıldı sergi yerinden. Başka bir gün, kitaplardan birinin kapak resminde yer alan masalsı figürün “çıplak” oluşuna takılmıştı -mesleği bende saklı- yetişkin bir okur. Anladığımız oydu ki o küçücük çıplak desen; haberlerin, dizilerin, ev içlerinin, sokağın yapmadığını yapacak; ahlakını bozacaktı çocuklarının / ülkemiz çocuklarının… Okullardan birinden, bir kitabımızın daha çocuklar okumaya durmuşken telaşla toplanıp derhal geri verildiğini söylesem inanır mısınız? Gerekçe mi? Sayfalardan bir sayfaya, nasıl olmuşsa sızıvermiş işte görkemli bir gökkuşağı!
‘SANSÜR’ GÖREVİMİZ SANKİ!
Yazın yaşamımızda uzun yıllara yayılan emeği yurtta ve yurtdışında binlerce çocuğa, gence ulaşan yapıtlarıyla tanıdığımız Aytül Akal’ın Mükemmel Öykü’sünü okumaya durunca, demem o ki öykünün kahramanı Defne’yle tanışınca aklıma geldi kitap fuarlarında yaşadıklarım. Örnekleri çoğaltmaya gerek yok bence. Haydi çevirelim sayfalarını Mükemmel Öykü’nün: Defne’den bir öykü yazmasını istiyor öğretmeni. Haberi alır almaz gösterdiği tavırdan Defne’nin annesinin bu yazı sürecindeki yerini kavrıyoruz.
Belki babası az da olsa doğru bir yerden bakar konuya diye heveslenmiştim Akal’ın ilk satırlarında, yanılmışım. Akal, babayı da katıvermiş “sansürcü” kervanına. Yok birbirimizden farkımız! Sıkça yakındığımız konudur, Türkçemizde her konuyu özgürce işleyen metinlerin çocuklar için yazılamadığı. Dahası çeviri yapıtlarda bu kısıtlamanın neredeyse ortadan kalktığı, başka dillerde yazanlara bambaşka bir yaklaşım sergilediğimiz gerçeği…
DEFNE Mİ YAZIYOR ÖYKÜYÜ?
Defne hevesle oturur öykünün başına. Her yazdığına karşı çıkışlar da yağmur gibi, dolu gibi yağar; çok sürmez sel gelir. Ortada onca selden sonra kalansa tıknefes bir metindir. Öğretmeni, “Ne oldu bu çocukların hayal güçlerine? Nerede ve nasıl yitirdiler?” merakıyla kıvranırken; ben, öyküyü sansürcü anne babaya “Rahat bırakın Defne’yi!” haykırışıyla okuduğumu neden sonra fark ediyorum. Şimdi siz Defne’nin öyküsünü ne yaptığını, gönlünce yazıp yazamadığını, sonrasında nelerin olup bittiğini merak ettiniz, biliyorum. Aytül Akal’ın Defne’yi hangi şahane masal ülkesine taşıdığını kitabı okuduğunuzda kendiniz keşfedin isterim. Benim ilk sözcükten bu yana paylaşmak için didindiklerime ekleyeceklerimi iliştireyim şuracığa ki yazı da tamamlanmaya doğru yol alsın.
BEDAVA BEKÇİLİK…
Bir yanda alabildiğine kirli, kirlenmeye devam eden üstelik bir o kadar da güvensiz gündelik yaşamımız; bir yandaysa ücretsiz-maaşsız “ahlak bekçiliği” kervanında yer beğenme / yer kapma hallerimiz. Hem de hiç düşünmeden hem de sevgi adına hem de kendi çocukluk hayallerimizi bile acımasızca terk ederek. Hepimizin öğretmeni Adnan Binyazar, edebiyat yapıtlarını terbiye(!) aracı sanma hallerimizi, “Edebiyattan bir şey öğrenilmez ama edebiyattan öğrenilen de başka hiçbir yerden öğrenilmez!” çığlıyla çöpe atmıştı. “O” olmayacak, “bu” aman ha, “şu” sakın ha, “öteki” daha neler, “beriki” bozar çocuğun ahlakını, “şuradaki”ni ya örnek alırsa çocuk kılığına bürünmüş “sınırlama, yasaklama, arıtma, terbiyeli kılma…” halleriyle ortaya konacak metinlerin ne edebiyatla bir ilgisi vardır ne sanatla ne de hayatla. Sözün tam da burasında aklıma geleni de not düşeyim: Yetişkinler olarak, hayatın gerçekleriyle hiçbir bağı kalmamış, gündelik yavanlığı diline dolamış bu türden metinleri / kitapları hangimiz okuruz ki çocuklarımızın bu “sade suya tirit” işlere ilgi duymasını, sevgiyle yaklaşmasını beklemekteyiz?
BIRAKIN BULUTLAR PEMBE OLSUN!
Edebiyatın, bir terbiye sopası değil; düşlerimizi, yaratıcılığımızı, insan olma hallerimizi besleyen bir yol arkadaşı olduğunu kavrayıp yasakçı parmaklarımızı sözcüklerin üzerinden çektiğimiz gün, işte o zaman hayallerimiz ışık olur yaşam yolculuğumuza. İşte o zaman çocuklarımızın öykülerinde; ay mavi, bulut pembe, ağaç rengârenk, toprak yeşil olur; kertenkeleler ceplerine saklanır, okullu çocuklar gevrek satar, kargalar boyanır tepeden tırnağa… Edebiyatın hayattan ve bilimden önce söylemesi de budur işte. Mükemmel Öykü’yü edebiyatın ne’liği üzerine yeniden düşünmelerimizin yanında yasakçı hallerimizden arınmak için de bir fırsat olarak değerlendirmekte yarar var. Bırakalım çocuklar yazarken hayallerini sözcüklerine ortak etsinler ve okurken merak ve heyecan katarlarında çıksınlar bitimsiz yolculuklara…
Mükemmel Öykü / Aytül Akal / Resimleyen: Burcu Koçer Oruç / Tudem Yayınları / 48 s. / 8+ / 2024.